İSLAM`A GÖRE HİLAFET

12-09-2017

İSLAM'A GÖRE HİLAFET

 

Türkiye’de, yarım asırdan daha fazla bir zamandan beri en çok hor görülen kelimelerden biri de "Hilâfet" kelimesidir. Halbuki "Hilâfet" demek, İslam’a göre, İslam devletinin en yüksek makamı demektir. Bunun bir başka ifadesi de vardır: İmamet ve emaret.

Hilâfet’in asıl manası, din ve dünya işlerinde Peygamber’e niyabeten genel başkan, yani devlet başkanı demektir. Böyle bir makama getirilen zata da "Halife, İmam ve Emîr’ül-Mü’minîn" gibi isimler verilir.

İslam’a göre, Halife’nin görevi sadece bir kontroldür. Teşri, kaza ve icra müesseselerinin Kur’an kanunlarına, Şeriat esaslarına göre yürütülüp yürütütùlmediğini kontrol eder. Yoksa kendi kendine, kendi heva ve hevesine göre hareket etme yetkisi yoktur.

Elhasıl, İslam’da devlet reisi, memleketi kendi adına veya millet adına değil; Allah adına, İslam adına ve Şeriat kanunlarına göre yönetir. İki kelime ile ifade edecek olursak, devlet başkanı bir taraftan dinin bekçiliğini yapar, bir taraftan da dünya siyasetini yürütür.

Böyle olmasında, sayısız fayda ve hizmetlerin yanında çok mühim iki fayda vardır:

1- Kanunların devam ve sebatıdır, yani değişmez oluşudur. Devlet reisleri, hükümetler, hâkimler değişse de şer’î kanunlar değişmez; daima yürürlüktedir. Halbuki, beşerî kanunlar, adeta yaz-boz tahtası gibidir; anlayıştan anlayışa değişir, istikrara sahip değildir. İnsan kafasının mahsulü olduğundan hatalı olabilir. Zamanla görülen hatalar değişmeyi gerektirir.

2- Şeriat’ın bütün kanunları itimada layıktır ve her devirde muhteremdir. Çünkü Allah’ın şaşmaz ilmine dayanır, asla hata düşünülemez. İnsanın ve bütün eşyanın yaratıcısı Allah olduğundan ferdin fertle, ferdin cemiyet veya devletle, evladın ebeveyin ile, karının koca ile, öğrencinin hoca ile olan münasebetlerini, hak ve hukuklarını ve bunlara karşı görev ve yetkilerini, hangi suça hangi cinsten ve ne miktar ceza verileceğini, yegâne tam bir adalet ve hakkâniyet çerçevesi içinde bilen ve ona göre kanun gönderen Allahü Azimüşşan’dır. Binaenaleyh koyduğu kanunlar eksiksiz ve kusursuz, gediksiz ve hatasız olduğundan ve müslümanın inancı da bu merkezde bulunduğundan, tam bir itimadla ve sarsılmaz bir güvenle bu kanunlara inanır ve bağlanır, saygı duyar ve itaat eder, rıza gösterir ve teslim olur. Bu hakikatı atalarımız şöyle ifade etmiştir: "Şeriat’ın kestiği parmak acımaz!"

3- Buraya üçüncü bir fayda daha ilave edilir. Beşerî kanunlar birer dikta kanunudur. Tek bir şahsın veya ekseriyetin tahakkümüdür. Kanun koyucusu, mutlakiyet rejimlerinde olduğu gibi, kraldır, hükümdardır. Bunların sözlerinden ibaret olan, kanunlara bütün bir millet itirazsız uymaya mecburdur. İşte bu bir dikta rejimidir. Ekseriyetin fikrine dayanan kanunlar da böyledir; çoğunluğun azınlığa tahakkümüdür. Mesele, bir kanunun görüşülmesi sonunda oya başvurulduğunda yüzde ellibir "Evet", yüzde kırkdokuz "Hayır" dese ne olur? Yüzde ellibirin görüşü kanunlaşır, kanun olur ve yüzde kırkdokuz bu kanunun emrine girer. Görüşlerinin hilafına -bir fazla diye- uymaya mecbur olmuş olurlar. Ne oldu? Çoğunluk azınlığa tahakküm etti ve dikta meydana geldi, değil mi? Ayrıca, belki de isabet çoğunluğun görüşünde değil, azınlığın görüşünde olmuş olur?!.

Fakat Allah kanunlarında ne bir tahakküm ne de bir dikta vardır. İlahî kanunlar herkese müsavidir. Senin fikrin veya benim fikrim diye bir şey düşünülemez, hatalı olma ihtimali de yoktur. Cenab-ı Hakk, bu hususu AIi İmran Suresi’nin 64. ayetinde şöyle beyan eder:

"De ki, Ey Ehl-i Kitap! Öyle bir kelimeye (dine ve nizama) gelin ki, sizinle bizim aramızda müsavidir: Allah’tan başkasına ibadet etmiyelim, O’na hiçbir şeyi ortak kılmayalım ve birbirimizi Allah’tan başka Rabb edinmiyelim!"

AIlah’ın kanun ve nizamı durup dururken ve Allah’ın gösterdiği yol belli iken, bunlara aykırı kanun koyanlara ve yol gösterenlere uymak Allah’a şirk koşmak, Allah’ın yerine onları koymak ve nihayet onları rabb edinmektir. Peygamberimiz (s.a.v.) Tevbe Suresi’nin "Onlar alimlerini ve rahiplerini Allah’tan başka rabbler edindiler!" mealindeki 31. ayet-i celile’yi okuduğu zaman Adiy b. Hatime ismindeki bir şahıs: "Ey Allah’ın Resulü! Bizimkiler, alimlerine ve rahiplerine ibadet etmediler!" deyince Efendimiz (s.a.v.) şu cevabı verdi: "Evet ibadet etmediler ama onların helal dediklerine helal, haram dediklerine de haram dediler." Demek oluyor ki, bir kimsenin veya kimselerin çıkıp, "Şuna haram, buna helal, şuna caiz, buna caiz değil, şu yasak, bu yasak değil, şunu yapabilirsiniz bunu yapamazsınız!" diye hüküm koymaları, kanun vaz etmeleriyle kendilerini rabb ilan etmiş oluyorlar ve onlara uyanlar da bunu kabul etmiş oluyorlar.

4- Bir dördüncü mühim faydası daha vardır. O da beşerî kanunlarda müeyyide tektir; yani ceza sadece dünyaya aittir. İslam kanunlarında ise ikidir: Hem dünyaya ait, hem de ahirete aittir. Daha önemlisi, beşerî kanun suçluyu görebilirse yakalar; İslam kanunlarında ise, müslüman bilir ve inanır ki, işlediğim bir suç mutlaka Allah tarafından görülecektir.

Fizılal-il Kur’an Tefsiri’nin tercemesinde, Maide suresinin 41-50 ayetlerinin meali verildikten sonra şöyle denmektedir. Mevzuya ışık tutması bakımından bazı bölümlerini buraya alıyoruz:

 

Allah’ın Hâkimiyyeti:

Bu bahis; İslam idare nizamının, İslamî akidenin en önemli meselelerinden birine temas etmektedir.

Bu, daha önce geçen Âl-i İmran ve Nisa surelerinde halledilmeye çalışılan bir meseledir. Fakat aynı mesele burada kesin ve müekked bir şekilde arz ediliyor. Ayetler, bu meseleye sadece mefhum ve işaret yoluyla değil, lafız ve mana cihetiyle temas etmektedir.

Bu idare, Şeriat ve hüküm meselesidir. Bunların ötesinde de ulûhiyyet, Tevhid ve iman meselesi bulunmaktadır. Mesele, şu suale verilecek cevapla özetlenir:

Şeriat, idare ve hüküm; Allah’ın misakını, akidlerini ve ölçülerini muhafaza eden semavî din erbabına, bunları bildiren ilâhî kitaplara ve onlardan sonra idareyi, onların hidayeti üzere yürüten idarecilere göre mi olmalı; yoksa bütün bunlar, değişen arzulara, ilahî Şeriat’ın sabit bir aslına irca edilemeyen maslahatlara ve nesillerin üzerinde anlaştıkları örf ve adete göre mi olmalıdır? Başka bir ifade ile, yeryüzünde ve insan hayatında ulûhiyyet ve rububiyyet Allah’a mı ait olmalı, yoksa bunların hepsi veya bir kısmı, insanlar için Allah’ın izin vermediği kanunları vaz eden yaratıklardan birine mi verilmeli?

Yüce Allah buyuruyor ki:

O, Allah’tır; O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun insanlar için kanunlaştırdığı esaslar, kendisinin uIûhiyyetini, insanların da ubudiyetini, O’na riayet etmelerini ve tatbikatını deruhte etmelerini icab ettirir. Onlar, yeryüzünde tatbiki zaruri olan, insanların sadece ona müracaat etmeleri icab eden, önce peygamberlerin, sonra da idarecilerin kendisiyle hükmetmeleri gerekli olan kanunlardır.

Yüce Alah diyor ki:

Bu meselede asla müsamaha yoktur. Küçük bir nokta dahi olsa, bu meselenin hiçbir noktasından fedakârlık edilemez. Allah’ın izin vermediği küçük veya büyük herhangi bir meselede, bir toplumun üzerinde anlaşmasına veya bir nesilin bir noktada birleşmesine itibar edilmez.

Yüce Allah buyuruyor ki:

Mesele, iman ve küfür meselesidir. Yahut İslam ve cahiliyet; veya Şeriat ve hevesler meselesidir. Bu meselede ne bir orta yol bulunabilir, ne de bir sulh ve mütâreke imkânı olabilir! Mü’minler, ancak AIlah’ın indirdikleriyle hükmeden insanlardır. Allah’ın indirdiklerinin hiçbir harfini eksiltemedikleri gibi, hiçbir noktasını da değiştirmeyeceklerdir. Kâfirler, zalimler, fasıklar ise; Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen insanlardır. İdareciler ya Allah’ın Şeriat’ine tam bir bağlılık göstererek iman çemberinin içine girerler; veya Allah’ın izin vermediği başka bir şeriata bağlanarak kâfir, zalim veya fasık olurlar! Hâkim ve idareciler ya Allah’ın hükmünü kabul ederek mü’min olurlar; veya mü’min olma sıfatını kaybederler! Bu iki yolun ortası yoktur!.. Ne muazeret, ne hüccet, ne de maslahat diye bir delil mevzu bahis değildir. Allah insanların Rabb’idir, insanların maslahatını herkesten iyi bilir! Ve Şeriat’ını, insanların hakiki maslahatlarını gerçekleştirmek için koyar. O’nun hüküm ve Şeriat’ından daha güzel hüküm ve Şeriat olamaz. Hiç kimse; ben Allah’ın Şeriat’ını terk ediyorum, veya halkın maslahatını Allah’tan daha iyi görüyorum iddiasında bulunamaz. Dili ile veya fiili olarak bunu diyecek olursa, iman çemberinin haricine çıkmış olur.

Bu bahisteki açık ayetlerin halletmeye çalıştığı bu mesele, büyük ve önemli bir meseledir. Medine’deki yahudilerin halleri ve münafıklarla olan anlaşmaları anlatılırken de bu noktaya temas ediliyor:

"Kalpleriyle inanmadıkları halde, ağızlarıyle inandık diyenler!"

Keza Medine’de İslam devleti kuruluncaya kadar, yahudilerin, Resulullah’a karşı asla vazgeçemedikleri hile ve tuzakları anlatılırken de bu meseleye işaret edilir.

Bu derste ayetlerin akışı, önce şu hakikatı ortaya koyuyor:

AIlah’tan gelen dinlerin hepsi; Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin kesin ve zaruri olduğunu, ilâhî Şeriat’ın hayatın her cephesinde tatbikinin gerekli olduğunu ve bu meselenin imanla küfür, İslam’la cahiliyet ve Şeriat’la ferdî hevesler arasındaki yolun ayırım noktası olduğunu açıkça belirtir. Mesela AIlah’ın indirdiği Tevrat, hidayet ve nur dolu bir kitabtı:

"Kendisini Allah’a teslim etmiş peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Âlimler ve fakihler de Allah’ın kitabını hıfza memur oldukları için yine hükümlerini onunla verirlerdi!"

"Allah’ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken!"

Mesela Allah’ın Meryem oğlu İsa’ya verdiği İncil:

"Meryem oğlu İsa’yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat’ı doğrulayarak gönderdik. İncil’i müttakilere öğüt ve yol gösterici olarak indirdik. İncil sahipleri, Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler."

Ve işte, Allah’ın Resul-i Ekrem’ine inzal buyurduğu Kur’an:

"Kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara şahid olan hak kitap!"

Allah, Resulü’ne buyuruyor ki:

"Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet! Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre onların heveslerine uyma!"

"Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfir olanlardır."

"AIlah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerdir."

"Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasık olanlardır."

"Câhiliyet devrinin hükümlerini mi arzu ediyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?"

İşte bu mesele, bütün dinlerde böylece belirtiliyor. Gerek idare edenler ve gerekse idare edilenlerin, iman ve İslam’a girebilmelerinin şart ve sınırı tayin ediliyor. Bunun şartı, idarecilerin Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeleri, idare edilenlerin de bu hükmü kabul etmeleri ve diğer kanun ve hükümlere iltifat etmemeleridir.

Meseleyi bu şekilde vaz etmek, çok önemlidir. Keza bu derece şiddet göstermek, önemli sebeplere istinad eder. Gerek bu surede ve gerek bütün Kur’an ayetlerinde bu noktaya temas etmeğe çalışılıyor. Ve bu hususun, açık bir şekilde betirtildiğine şahid oluyoruz.

Bu meselede, karşımıza çıkan mühim noktaların ilki, Allah’ın ulûhiyyetinin, rububiyyetinin, beşeriyete ortaksız hâkimiyyetinin ikrarı veya reddidir. İşte bu noktadan, küfür veya iman, cahiliyet veya İslamiyet kaziyyesi ortaya çıkıyor.

Bütün Kur’an, bu hakikatın beyaniyle doludur.

Yaratan Allah’tır! Hâlik O’dur! Kâinatı ve insanı O yaratmıştır! Arzda ve semâda olan her şeyi insana O müsahhar kılmıştır! O yaratmak vasfında tektir. Az veya çok hiçbir hususta O’nun ortağı yoktur!

O aynı zamanda mâliktir; Yaratandır veya yarattığının malikidir. Gökle yer ve bu ikisi arasındaki şeyler Allah’ındır! O, mâlikiyette tektir, az veya çok hiç bir mülkde O’nun ortağı yoktur. O, rızık verendir! Hiç kimse, kendini veya başkasını az veya çok herhangi bir şeyle rızklandırmak imkânına sahip değildir!

O, kâinatta ve insan üzerinde, yegâne hâkimiyyet ve tasarruf sahibidir; çünkü O, herşeyi yaratan, her şeye malik olan, her canlıya rızkını verendir. O, yegâne kudret sahibidir. O’nsuz ne yaratma, ne rızık, ne menfaat, ne de zarar olamaz. O, şu kâinattaki hâkimiyyetiyle de tektir.

İşte iman; bütün bu hususiyetlerin, ulûhiyetin, mülkün, hâkimiyyetin Allah’a ait olduğunu, bu hususiyetlere sahip yegâne varlık olduğunu ve bu hususta hiç kimsenin O’na ortak olmadığını ikrar etmektir. İslam ise bu hususiyetlerin gerektirdiği şeylere itaat ve teslimiyettir. Ulûhiyet, Rubübiyet ve insan da dahil olmak üzere bütün mevcudata hâkimiyyetinde, Allah’ın tek ve ortaksız olduğunu kabul etmek, ilâhî takdir ve Şeriat’inde temsil edilen hâkimiyyetini itiraf etmektir. Allah’ın Şeriat’ına teslim olmanın manası; her şeyden önce O’nun ulühiyetini, rububiyetini, hâkimiyyet ve saltanatını itiraf etmektir. Bu Şeriat’a teslim olmamanın ve hayatın herhangi bir cephesinde O’ndan başka bir Şeriat’a bağlanmanın manası ise; her şeyden önce Allah’ın ulûhiyetini, rububiyetini, hâkimiyyet ve saltanatını kabul etmemektir. Bu teslimiyet veya adem-i teslimiyetin, dille veya fiille olması arasında fark yoktur. İşte bunun için buradan cahiliyet veya İslam, küfür veya iman meselesi doğuyor. Bunun için ilâhî kelam, şu ağır hükmü koyuyor:

"Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfir olanlardır!"

"İşte onlar zalim olanlardır!"

"İşte onlar fasık olanlardır!"

İkinci mühim nokta; ilâhî nizamın, diğer bütün insanî nizamlara olan mutlak üstünlüğüdür. Bu üstünlük, bahsimizin son ayetinde şöyle dile getiriliyor:

"Yakînen bilen bir millet için Allah’dan daha iyi hüküm veren kim vardır?"

İctimaî hal ve tavırların bütünü hakkında ilâhî Şeriat’ın üstünlüğünün mutlak itirafı da, keza iman ve küfür meselesine girer. Hiç kimse, beşer yapısı olan bir nizamın, insanî cemiyetlerin ictimaî hal ve tavırları hakkında Allah’ın nizamından daha üstün veya ona mümasil olduğunu iddia edemez. İddia edenler, sonra da kalkıp müslüman olduğunu ve AIlah’a iman ettiğini söylerler. Hakikatte o, Allah’tan daha çok, insan halini bildiğini, meselelerin tedbir ve idaresinde Allah’dan daha sağlam bir yol tuttuğunu iddia etmektedir. Veya şu fikri ileri sürmektedir: Hayatın ahvali ve ihtiyaçları sürüp gidiyor; halbuki Allah bu nizamı koyarken o ihtiyaç ahvalini bilmiyordu, yahut biliyordu da ona münasip bir nizam koyamadı!.. Bu türlü iddialarla iman ve İslam davası gerçekleşemez. Hatta dille, iman ve İslam’dan bahsetse dahi!..

Bu üstünlüğün tezahürüne gelince; onu bütünüyle idrak etmek oldukça zordur. Çünkü ilâhî Şeriat’ın hikmeti, henüz hiçbir nesil tarafından bütünüyle anlaşılamamıştır. Anlaşılanları da burada zikretmek güçtür. Ancak bazı noktalarına işaret etmeden de yapamıyacağız:

Allah’ın nizamı; beşer hayatı için mütekâmil, şümüllü ve metodlu bir nizamdır. Bütün hal ve şekilleriyle insan hayatının her cephesine ait değişikliğini, nizam ve intizamını ilâhi ölçülerle düzene sokar ve her sahaya temas eder.

O, insan varlığının ve insanî ihtiyaçların hakikatı, içinde insanın da yaşadığı şu kâinatın hakikatı insana hükmeden ve iman varlığının hükmettiği kanunların tabiatı ile alakalı mutlak ilme istinad eden bir nizamdır. Bundan dolayıdır ki, o, hayatın hiçbir meselesini ihmal etmez. İnsan unsurunun nevileri arasında yıkıcı bir çatışmaya sebep olmadığı gibi, bu unsurlarla kâinat kanunları arasında da böyle bir çatışmaya yol açmaz. O ancak dengeyi, itidali, uygunluğu ve intizamı temin eder. Bunlar, meselelerin ancak zahirini bilen, ancak muayyen bir zamanda bazı cephesinden haberdar olan insanın meydana getirdiği nizamların ebediyen halledemiyeceği problemlerdir. İnsan yapısı nizamlar, beşerî cehaletin eseri ile yoğrulmuştur. Bu nizamların çeşitli unsurların birbirleriyle yıkıcı bir çatışmaya girişmelerine yol açmamasına ve bu çarpışmadan meydana gelen şiddetli sarsıntılara sebep olmamasına imkân yoktur.

İslam, mutlak adalete dayanan bir nizamdır! Şüphesiz Allah, mutlak adaletin ne ile ve nasıl gerçekleşeceğini hakkıyla bilir! Sonra O, bütün mevcudatın Rabb’idir. Varlıklar arasında adaleti temin etmek kudretine sadece o sahiptir. Nizam ve şeriatını her türlü heves, meyil ve zafiyetten uzak olarak vaz etmek kudreti sadece O’nda vardır. Çünkü O, her türlü cehalet, kusur, tefrit ve haddi tecavüz gibi illetlerden uzaktır. İster bir fert, ister bir grup insan, ister millet veya bütün bir beşer nesli tarafından meydana getirilmiş olsun, cehalet ve kusurlarla beraber, şehvet, meyil ve arzularla yoğrulan insanın meydana getirdiği herhangi bir nizam ve Şeriat’ta halli mümkün olmayan meseleleri sadece İslam nizamı halletmiştir. Bütün bu haller, insanın hevesler, şehvetler, meyiller, arzular, hatta cehalet ve kusurlarla dolu oluşu ve meseleleri her yönden mütalaa edebilmek ve hatta bir nesildeki tek meseleye bile her cepheden bakabilmek imkânından aciz oluşu, beşerî sistemlerin nâkıs ve yetersiz olduğunun delilidir.

İslam, bütün kâinat kanunlarına uygun bir nizamdır. Çünkü bu nizamın sahibi, bütün kâinatın da sahibidir. İnsanın ve kâinatın yaratıcısıdır. İnsan için vaz edeceği nizamı, kâinat unsurunun nizamına uygun şekilde vaz eder. İnsanın bütün kâinat unsurlarına karşı bir hâkimiyyeti vardır. Yaratıcısının emriyle bunlar, insana müsahhar kılınmıştır. Ama O’nun hidayet yoluna girmek, bu unsurları ve onlara hükmeden kanunları bilmek şartiyle... İşte bundan dolayı, insanın hareketi ile, içinde yaşadığı kâinatın hareketi arasında bir nizam ve intizam teessüs ediyor. İlâhî nizam insan hayatını, kâinata uygun bir tabiatla tanzim ediyor. Sadece kendi varlığı ve hemcinslerinin durumuna göre değil, kâinat varlığına göre de ona şekil ve ruh veriyor. Zaten içinde yaşadığı şu geniş kâinattaki eşya ve canlılardan ayrılma imkânı yoktur; Öyleyse onlarla ahenkli ve dürüst bir münasebet kurulması gerekir.

Sonra... O insanın, insana kulluktan kurtulup hürriyete erdiği yegâne nizamdır! İslam nizamının dışındaki bütün nizamlar insanın insana kulluğu esasına dayanır. Sadece İslam nizamıdır ki; insanları kullara kulluktan kul olmaktan kurtarıp, şeriki olmayan Allah’ın kulluğuna ulaştırır.

Daha önce de söylediğimiz gibi, ulûhiyetin en hususi özelliği, hâkimiyyet! İnsanlar için nizam vaz eden kişiler, bu özelliği kullanıyor ve kendilerini ulûhiyet makamına oturtmak istiyorlar... Bu nizama tabi olan insanlar da, onların kuludur. Allah’ın değil!.. Bu insanlar onların dinindedir, Allah’ın dininde değil!..

İslam, kanun koyma hakkını sadece Allah’a vermekle, insanları kullara kul olmaktan kurtarmış, sadece Allah’ın kulluğuna ulaştırmış ve insanın hürriyetini ilan etmiştir... Hatta insana yeni bir doğuş kazandırmıştır... İnsan, kendisi gibi insanların hâkimiyyetinden yakasını kurtaramadan, bu hususta bütün insanların, âlemlerin Rabb’i karşısında müsavi olduğu şuuruna ermeden doğmamış ve dünyaya gelmemiş sayılır.

Üzerinde durduğumuz bahiste arzedilen ayetlerin halletmeye çalıştığı bu mesele, gerçekten akide meselelerinin en büyük ve en önemlisidir. Çünkü ulûhiyet ve ubudiyet meselesidir. Adalet ve istikamet meselesidir. Hürriyet ve müsavat meselesidir. İnsanın hürriyetini elde edişi, hatta yeniden dünyaya gelişi meselesidir.

Cahiliyet, sadece tarihî bir devirden ibaret değildir. Herhangi bir müessese veya nizamda onun prensipleri mevcutsa, cahiliyet de mevcuttur. O idare ve nizamı, Allah’ın beşer için vaz ettiği Şeriat ve nizama değil de beşerî arzu ve heveslere irca etmekten ibarettir. Bu arzu ve heveslerin; bir ferdin veya bir gurup insanın veya bir milletin veya bir insan neslinin veyahut insanlığın arzu ve hevesini temsil etmesi asla neticeye tesir etmez. Madem ki, AIlah’ın nizamına bağlanmıyor; basit bir arzu ve hevesten ibarettir!

Bir fert, cemiyet için nizam vaz etse bu cahiliyettir. Çünkü o ferdin arzuları veya fikirleri kanunlaştırılmıştır. Fark sadece kelimelerde!

Bir sınıf, diğer sınıflar için nizam vaz etse, bu cahiliyettir. Çünkü o sınıfın maslahatı veya manasız ve boş çoğunluğun fikri kanunlaştırılmıştır. Fakat sadece kelimelerde!..

Cemiyetteki bütün sınıfların temsilcileri birleşip nizam vaz etseler, kanun koysalar bu cahilliyettir. Çünkü, beşerin hiçbir zaman vareste olmadığı arzu ve hevesler ve beşeri cehalet; veya milletin görüşü kanunlaştırılıyor. Fakat sadece kelimelerde!

Fertlerin, cemaatlerin, milletlerin, nesillerin yaratıcısı herkes için nizam vaz ederse; o, Allah’ın nizamıdır. Orada hiçkimse başka birinin aleyhine himaye edilmez; Ne fert, ne cemiyet, ne devlet, ne de herhangi bir nesil... Çünkü Allah bütün mahlukatın Rabb’idir. Ve O’nun huzurunda herkes müsavidir. Çünkü Allah bütün varlığın hakikatini ve maslahatını bilir. İnsanların maslahat ve ihtiyaçlarını, ifrat ve tefrite varmadan gözetmek hususunda, hiç kimse Allah’ı geçemez.

Allah’tan başkası, insanlar için kanun vaz ederse, artık insan kim olursa olsun o kanun vaz eden insanların kulu ve kölesi olmuşlardır. Bu kanun koyucular ister fert, ister bir sınıf insan, ister millet ve ister bütün bir millet olsun, netice değişmez!

Allah, insanlar için nizam vaz ederse; o zaman insanların hepsi hür ve eşittir! Sadece Allah’a kulluk yapar ve sadece Allah’ın huzurunda başlarını eğerler!

İnsan hayatında ve bütün kâinat nizamında bu meselelerin arzettiği ehemmiyet buradan daha iyi anlaşılıyor.

"Hak, onların arzu ve heveslerine uysaydı, gökler de, yer de ve içindekiter de hep fesada giderdi." (Mü’minun, 17)

Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetmenin manası; şer, fesat ve sonunda iman dairesinin dışına çıkmaktır. İşte Kur’an böyle diyor:

"Onlar, inanan kimseler değillerdir." (Maide, 43)

İmanla, Allah’ın Şeriat’ının hükmünü terketmeyi veya bu Şeriat’ın hükmüne razı olmamayı birleştirip telif etmek mümkün değildir. Yani bir kimse hem mü’min olsun, hem de Allah’ın Şeriat’ını kabul etmesin veya razı olmasın, işte bu asla olamaz! Kendilerinin veya başkalarının "mü’min" olduğunu iddia eden, sonra da hayatlarında Allah’ın Şeriat’ı ile hükmetmeyen veya aleyhlerine tatbik edildiği zaman onun hükmüne razı olmayanlar, yalan bir iddia ileri sürüyorlar. Onların iddiaları "Onlar, inanan kimseler değillerdir" hükmüne aykırı düşüyor. Bu husustaki mesele, yalnız hâkim ve idarecilerin Allah’ın Şeriat’ı ile hükmetmemeleri meselesi değildir. Bilakis idare edilenlerin de bu hükme razı olmamaları da bahis mevzuudur. Bu hal, onların hepsini iman dairesinden çıkarır. Dilleriyle imanı iddia etseler dahi...

Bu ayet, Nisa Suresi’ndeki şu ayetle tetabuk etmektedir:

"Öyle değil, Rabb’in hakkı için onlar, aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça, verdiğin hükümden dolayı hiçbir sıkıntı olmadan sana bütün teslimiyyetleriyle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65)

Her iki ayet idare edenlerle değil, idare edilenlere taalluk etmektedir. Her ikisi de onları iman dairesinden çıkartmaktadır. Allah ve Resulü’nün hükmüne razı olmayan, hükmü kabul etmeyip yüz çeviren insanlardan iman sıfatını kaldırmaktadır.

Dersin başında da söylediğimiz gibi, işin sonu şuraya varıyor: Bu mesele Allah’ın ulûhiyetinin, rububiyetinin ve beşeriyetin üzerindeki hâkimiyyetinin ikrarı veya reddi meselesidir. Allah’ın Şeriat’ını kabul etmek ve onun hükmüne rıza göstermek ulûhiyetin, rububiyetin ve hâkimiyyetin ikrarıdır. Bu Şeriat’ı ve onun hükmünü kabul etmemek de, ulûhiyeti, rububiyeti ve hâkimiyyeti reddetmektir.

 

İSLÂM'IN TEMEL HÜKÜMLERİ - CEMALEDDİN BİN REŞİD رحمة الله عليه


RISALE

ZÄHLER

Heute 2363
Insgesamt 3606612
Am meisten 7043
Durchschnitt 1479