İSLAM’A GÖRE DEVLET

12-09-2017

İSLAM’A  GÖRE DEVLET

 

İslam aynı zamanda bir dünya görüşüdür.

a) İslam’da devlet şekli, bilinen hiçbir devlet şekline benzemez.

b) Nev’i şahsına münhasırdır. Kaynağını Allah’ın mutlak hâkimiyyetinden alır. Ve "Onların (müslümanların) işleri, aralarında meşveret iledir" mealindeki ayete dayanır. Buna binaen şekli ne olursa olsun, ne ad verilirse verilsin, İslam devletinin teşekkülü, müslümanların veya temsilcilerinin istişaresine dayanır.

c) İnsanlarda da hâkimiyyet vardır. Ancak bu hâkimiyyet, (Allah’ın vekilleri olmaları) dolayısıyladır. Kur’an-ı Kerim, insanın, bu vekillik sıfatını "HALİFELİK" ünvanıyla ifade etmiştir.

d) Devlet reisi seçimle gelir. Babadan evlada intikal eden bir sistem yoktur.

e) Devlet reisi şûra meclisine danışır.

f) İnsan, seçme hakkını Allah’ın halifesi olmasından alır.

g) Devlet reisinin yetkisi, sadece, İslam kanunlarına göre devletin yönetimini kontroldür.

h) Adaylıklarını koyup kendilerini ısrarla empoze edenler, seçilme haklarını kaybederler.

ı) İslam, emaneti ehline, vazifeyi erbabına (mutahassısına) vermeyi emreder.

j) İslam’da sadece iki siyasi partiden söz edilir: Allah partisi; şeytan partisi. İslam Şeriat’ına göre kurulmuş ve İslam’ı gaye edinmiş ise; Allah partisi, değilse şeytan partisidir. Birincinin akıbeti felâh, ikincisinin ise hüsrandır.

k) İslam devletinin anayasası Kur’an’dır, şekli de hakiki bir cumhuriyettir.

l) Hâkimiyyet kayıtsız, şartsız Allah’ındır.

m) Yeminler, sadece Allah adına yapılır.

n) Mahkemeler, hüküm ve kararlarını ancak Allah adına verirler.

o) Elhasıl, İslam’a göre, gerek devlet ve gerekse bütün devlet müesseselerinde sadece İslam kanunları hâkimdir.

 

İzahı:

İslam dini, sadece ahiretin, sadece mananın dini değildir. O, dünya ile ahireti, madde ile manayı, din ile devleti bir arada mütalaa etmiş, ruhla beden gibi, bunları birbirine bağlamıs, biri olmadan diğerinin pek işe yaramıyacağını, görevlerini hakkıyla yapamıyacaklarını bildirmiştir. Müslüman hem dünya adamıdır, hemde din adamıdır. İslam, hem dindir hem de devlettir. Bir başka ifade ile, İslam hem din hem cemiyettir, hem camii hem devlettir, hem dünya hem ahirettir, hem aile hem vatandır, hem hükümet hem ümmettir, hem ahlak hem kuvvettir, hem rahmet hem adalettir, hem kültür hem kanundur, hem ilim hem hükümdür, hem madde hem kazançtır, hem cihad hem hakka davettir, hem ordu hem fikirdir!

İslam nizamı sarsılmaz bir inanç, samimi bir ibadet olduğu gibi, bütün hayatın her cephesini içine alan umumi ve cihanşümûl bir nizamdır. İslam’ın, dünya hayatı ile ilgili meselelere ibadetle ilgili meselelerden daha fazla yer verdiği bir gerçektir. Evet Kur’an-ı Kerim hem dünyaya ait hükümleri, hem de ibadete ait emirleri cem etmekte ve düzene koymaktadır. O halde biz, Kur’an’ın dünya hükümlerini yerine getirmekten de sorumluyuz, ibadete dair emirleri de!.

İslam’a göre, hüküm koyma, kanun vaz etme yetkisi tamamen Allah’a aittir. Çünkü İslam’a göre, hâkimiyyet kayıtsız şartsız Allah’ındır. İnsan kanun koyma yetkisine ve gücüne sahip değildir, acizdir ve cahildir. Şu bir gerçektir ki, kanun koymada, hüküm vaz etmede adalet esastır. Hangi sınıf insanın hak ve selahiyeti nedir? Görevi nedir? Hangi suç hangi cins cezayı ve ne miktarda gerektirir?.. Mutlak ilim de ancak Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Bütün insanların ilmi toplansa Allah’ın ilmi yanında yok denecek derecededir. İnsanoğlu aciz ve noksanlıklarla doludur. Üstelik birtakım istek ve ihtirasların zebunudur. Tarafsız olamaz. Kanun koymada hata eder, hatalı kanunlar ise millet bünyesinde derin yaralar açar ve huzursuzluklar doğurur. Bütün bunlar gösteriyor ki, insanoğlu kendi kendisini yönetemez ve bütün bir milleti idare edecek kanunlar çıkaramaz. Hatta böyle bir iddiaya kalkışanlar ve böyle bir yetkiyi kendilerinde görenler, kendilerini Allah’ın yerine koymuş ve O’na ortak olduğunu ilân etmiş olurlar ve put olurlar.

Şimdi Kur’an ayetlerini dinleyelim:

"Hüküm verme ancak Allah’a mahsustur, yalnız O’na kul olacaksınız diye, emretmiştir." (Yusuf, 40)

"Yaratma da emretme de O’na mahsustur." (Araf, 55)

"Kitabı hakkıyla sana indirdik ki, Allah’ın gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin." (Nisa, 105)

"Rabb’inizden size indirilen Kur’an’a uyun (emirlerine ve kanunlarına bağlanın), Allah’tan başka dostlar edinip onlara uymayın. Siz ne az düşünüyorsunuz." (Araf, 2)

Cenab-ı Hakk, miras hukukunu beyandan sonra, bunlara uyanların büyük kurtuluşa ereceklerini, uymıyanların da korkunç azaba sürükleneceklerini beyan etmek üzere şöyle buyurur:

"Bunlar Allah’ın yasalarıdır. Allah’a ve Peygamber’ine kim itaat ederse, onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Orada temellidirler. Büyük kurtuluş budur. Kim Allah ve Peygamber’ine başkaldırır ve yasalarını çiğnerse, onu, temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azap onadır." (Nisa, 13-14)

İslam, Allah kanunlarının dışına çıkmayı kesinlikle haram kılmış, Şeriat’le hükmetmeyenleri kâfir, zalim ve fasık saymıştır:

"Kim, Allah’ın indirdiği hükümleri (kanun kabul etmez de onlarla) hüküm vermezse, işte onlar kâfirIerin ta kendileridir." (Maide, 44)

"Kim, Allah’ın indirdiği kanunlarla hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." (Maide, 45)

"Kim Allah’ın indirdiği kanunlarla hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." (Maide, 47)

İslam, aralarında ihtilafa düştükleri davalarını Şeriat’a götürüp aldıkları hükme gönülden rıza göstermeyenlerden imanı silmektedir.

"Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddiada bulunanlara bakmaz mısın? Tağuta (o azgın şeytana) muhakeme olmak isterler. Halbuki onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister." (Nisa, 60)

Tağut demek, insanın taparcasına bağlandığı ve onun sözlerini Allah’ın kanunlarına tercih ettiği herhangi bir put demektir. Bir kavmin tağutu, o kavme, o millete, Allah’ın yolundan başka bir yol gösteren, Kur’an kanunlarının getirdiği düzenden başka bir yol gösteren, Kur’an kanunlarının getirdiği düzenden başka bir düzen getiren kimsedir. İşte böyle bir kimseye tağut, yani put denir. Getirdiği düzene de tağut düzeni (şeytan düzeni) deneceği gibi, böyle bir düzeni benimseyen, daha da ileri giderek böyle bir düzeni savunan kimselere de müşrik denir, putçu denir, tağutçu denir.

Cenab-ı Hakk, her günahı dilerse affeder de böyle bir günahı yani şirki affetmiyecektir. Nisa Suresi’nin 116. ayeti şu mealdedir. "Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşanları affetmiyecektir. Bu günahtan başkasını, dilediği kimselerden mağfiret buyurur. Kim ki, Allah’a eş koşarsa muhakkak ki o, çok uzak bir sapıklığa düşmüştür."

Bir insanın sağlam bir müslüman olması için her şeyden önce tağutu ve tağut düzenini kabul etmeyip inkâr etmesi ve bundan sonra Allah’a inanması lazımdır. Kur’an, Bakara Suresi’nin 256. ayetinde şöyle der:

"Cizye vermeyi kabul eden kitap ehlini İslam dinine girmek için zorlamak ve onlara cebretmek yoktur. İman ile küfür kesin olarak meydana çıkmıştır. Artık kim, azgınlığa ve sapıklığa sevkeden tağutları tanımayıp da Allah’a iman ederse o muhakkak ki, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemaliyle işitici ve bilicidir."

İslam, Kur’an hükümlerini bir bütün olarak kabul eder, istisnasız hepsine inanılmasını ve hepsine uyulmasını emreder. Bir kısmına inanıp bir kısmına inanmıyanları, bir kısmıyle amel edip bir kısmıyle amel etmeyenleri şiddetle telin eder. Yalnız ahirette cehenneme tıkmakla kalmaz, dünyada da rezilü rüsvay etmek suretiyle cezalandırır. Bu hususta Kur’an şöyle diyor:

"Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden böyle yapanların cezası dünyada rüsvaylık, kıyamette ise en şiddetli azaba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan gafil değildir." (Bakara, 85)

Kur’an’ın hükümlerinin tümüne birden ilâhî kanunlar, İslam kanunları dendiği gibi, Şeriat kanunları da denir veya sadece Şeriat ismi verilir.

Yani Şeriat demek, genel manada, İslam’ın itikad, ibadet, muamelât (dünya ve devlet işleri) ve ukûbat (ceza işleri) demektir. Özel manada ise itikad müstesna, geriye kalan ibadet, muamelât ve ukûbattan ibarettir. (Hukuk-i İslamiyye Istilahat-ı Fıkhiyye, c. 1, Şeriat maddesi)

Genel manada, dine, İslam dinine eşit olan bu mübarek kelime, memleketimizde, maalesef en çok hakarete maruz kalan, hor görülen, dolayısıyla birçok kişilerin "Ben Şeriatçı değilim, ben Şeriat’a karşıyım, ben Şeriat tanımam, Şeriat gericiliktir, onun modası geçmiştir, Şeriat çöl kanunudur, ortaçağ kanunudur!" diyerek dinden, imandan çıkmalarına sebep olmuştur. Hangi manada alınırsa alınsın, Şeriat’a karşı çıkmak demek, Kur’an’a karşı çıkmak, İslam’a karşı çıkmak, Peygamber’e karşı çıkmak ve nihayet Allah’a karşı çıkmaktır. Böyle olan bir kimsede artık ne din kalır ne de iman. Fıkıh ve fetva kitaplarımızda vardır: İslam’ın bir meselesini veya bir hükmünü alaya almak, yersiz görmek, tahkir etmek, modası geçti demek, hafife almak küfürdür.

İslam’ın bir meselesini tahkir eden, isabetsiz gören kâfir olur da, dar manada da olsa, İslam’ın beş şartını, helal ve haramı, farz ve vacibi ve nihayet bütün bir İslam hukukunu içine alan Şeriat nizamını tahkir eden, alaya alan, yersiz gören, karşı çıkan... kimse kâfir olmaz da ne olur?!. Buyurun, bunun cevabını siz verin!

Evet, tekrar edelim:

İslam’a göre, dini devletten, devleti dinden ayırmak mümkün değildir. Bunlar etle kemik veya ruhla beden gibi biribirinin tamamlayıcısı ve yardımcısıdır. Dini devletten, devleti dinden ayırırsanız, din devletsiz, devlet de dinsiz kalır. Hiçbirisi fonksiyonunu yapamaz, adeta kolu, bacağı, gözü kulağı sakat iki kişiye benzerler. İşte örnekleri meydanda: Müslüman geçinip de dini devletten, devleti dinden uzaklaştıran memleketlerin bir haline bakın! Devlet her alanda geri kalmış, borçlu ve zayıf düşmüş, ekonomik yönden bağımsızlığını kaybetmiş, güçlü devletlerin oyuncağı ve uşağı haline gelmiştir. Bölünmeler, parçalanmalar birbirini takip etmiş, millet bünyesine tefrika girmiş, bağı kopmuş tesbih taneleri gibi her biri bir tarafa gitmiş, anarşi ve silahlı çatışma başlamış ve nihayet herc-ü merç içerisine girmiştir.

Din de vazifesini yapamamış, İslamî vecibeler terkedilmiş, haramlar mübah gibi telakki edilerek işIenmeye başlanmıştır. Böyle bir memleketin akibeti hüsrandır.

Peygamber Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur: "Bir zaman gelecek bu din ilik ilik çözülecek, ilk çözülen ahkâm, yani devlet yönetimi, en sonda namaz olacaktır." (A. b. Hanbel, c. 5/151) Muntehab-i kenzül ummalda da bulunan bir rivayet şu mealdedir:

"İslam ile sultan, yani devlet ile din, ikiz iki kardeştirler; Bunlardan biri olmadan diğeri üzerine düşeni hakkıyla yapamaz. İslam esastır, devlet de onun bekçisidir. Esası olmayan bina yıkılır, bekçisi olmayen şey de zayi olur." (Ahmed b. Hanbel, c. 2, s. 133; Haşiyede, İbn-i Abbas’tan Deylemi rivayeti) Bir başka rivayet de mealen şöyledir:

"Hakk Teala Kur’an ile karşı koyup ortadan kaldırmadığı çok şeyi hükümet vasıtasıyla karşı koyup ortadan kaldırır." (Aynı kitap)

Şimdi biz, bu bahislerden şu neticeleri elde etmiş oluyoruz diyor Mevdudi:

1- Hükümet teşkili, insan topluluğunun zaruri temel binasıdır. Bu olmaksızın, hayatta ictimaî nizamı düşünebilmek bile çok zordur.

2- İslam, insanlar için kül halinde, bir yaşayış düzenidir. İctimaî yaşayış içinde, aydın ve açık bir yol gösterici ve rehberdir.

3- İslam’da din ile iktidar arasında her ne şekilde olursa olsun hiç bir zıtlık ve tefrik yoktur. Hatta caiz de değildir. O, bütün yaşayış düzenini Allah kanununa tabi kılmak ister. İşte bu maksat içindir ki, siyaset de İslam kanunları arasında tanzim edilmiştir. İslam’da hükümetin ayakta tutunması ve sağlamlaşması için, kanuna bağlı olmak lazımdır.

4- Allahü Teala’nın hükümlerinin bir kısmına bağlanmak, bir kısmını bırakmak, O’nun hükümlerine ilaveler yapmak veya bir kısmını ortadan kaldırmak, dünyada ve ahirette ilâhî cezayı gerektirir. Bu gibi işler, ister gönül rızasiyle olsun, ister başka birinden korkmak yahut hatır için olsun, aynı neticeyi doğurur ve hep aynıdır.

5- Din ile devletin o kadar yakınlıkları vardır ki, bunlardan biri diğerinin bir parçası sayılır. İslam’da "İslam Hükümeti" ve "İslam Devleti" olmaksızın zulüm, adaletsizlik ve keyfi idare her tarafı sarmış olur. İslam hükümetsiz ve devletsiz olursa bu haldeki İslam, kolu bacağı kırık sakat vücuda benzer, işe yaramaz bir hal alır.

Neden Avrupa devletleri, dini devletten, devleti de dinden ayırdılar? Bu sorunun cevabını da Mevdudi’nin "İslam’da Hükümet" adlı kitabından alalım:

"Avrupa’da dini olmayan hükümetlerin teessüs etmiş bulunması göz önüne alınarak hususi bir şekil alıp, ortaya çıkmış ve bize arz-ı endam etmiştir. Avrupa’da mâlum şekilde, bir papalık nizamı ta eskiden beri kurulmuş bulunuyordu. Bu papalık, din namı altında krallardan daha da kuvvetli, onlardan daha kudretli, krallardan daha da müstebid bir şekilde hükümet sürüp, saltanat etmekteydi. Olmadık mezalimi, din kisvesine sokarak, icra etmek yolunu tutup gitmişti. Papalığın bu tarz hareketine, zamanın ilerlemesiyle halk da bunun için çareler aramıştı. Bu "Papalık" müessesesi hakiki hıristiyanlığa o kadar muhalif hareketlerde bulunmuş, o kadar ölçüsüz davranmıştı ki, onun bu yaptıkları kendiliğinden onu dinin haricine çıkarmış; din namı altında yapılmadık haksızlıklar ve rezaletler bırakmamıştı. Bunun asıl sebebi, hakiki bir dinî "Hükümet"in mevcut olmadığı ve gayr-i dinî hükümet siyaseti güdülmesi ve bunlara da "dinî" süs verilmesindendi.

1832’de intizamlı bir şekilde "Sekülarizm" cereyanları başladı. O zaman "Jakob Holik" tarafından din ile siyasetin ayrılması fikri ortaya atıldı. O zamanki fikir ve siyaset adamları hareketin öncülüğünü yapıyorlardı. Bu fikir hareketi çok geçmeden siyasî sahada da muvaffak oldu. Siyasî rejim olarak kabul edilmesi imkânını da buldu. Hülâsa olarak bu hareketin gayesi "Din"i, ferdî yaşayış sahasına münhasır kılmaktı. İşin başlangıcında, "Din" ile kimsenin alakası olmayacak, kimse de "Din" işine karışmayacaktır. Tam manasıyla tarafsız kalınacak ve ferdin "inanç ve din" hürriyeti de korunmuş olacaktı. Fakat bir müddet sonra bu hareket başka bir şekil aldı. Bu defa "Din"e karşı cephe almak, zorla "maddecilik" tarafına yöneltmek bir nevi "komünistlik" ve "sosyalistlik" yolunu tutmayı ortaya çıkardı."

Demek oluyor ki, Avrupa’da dinin devletten, devletin dinden ayrılmasının, bugünkü ifade ile "laik" rejimin getirilmesinin sebebi papalığın ve kilisenin mezalimi ve istibdadı olmuştur. Bu hareket, başlangıçta, mezalim ve istibdadı yıkmak bakımından, isabetli ve cazip olmuşsa da sosyalizm ve komünizme yol açmış olması bakımından vehim neticeler doğurmuştur. Keza, bu çeşit rejimlerle idare edilen milletlerde dinî duygu ve manevî baskı zayıfladığından, hayatın her alanında sorumluluk hissi azalmış, ahlaksızlık çoğalmış, haksızlıklar almış yürümüş ve neticede huzursuzluk ve anarşi başlamıştır.

Din ile devleti birbirinden ilgisiz kabul etmenin korkunç sakıncaları bazı dünya devletlerinde de sezilmeye başlamış, hatta gazetelerin yazdığına göre, İsviçre’de bu konuda bir referandum yapılmıştır.

Belki bir gün gelecek bütün dünya milletleri din ile devletin yakın ilişkisini, gereği gibi anlayıp, özellikle dinî eğitimi bir devlet hizmeti ve mecburi olarak kabul etmenin en doğru olduğunu, başka çarenin bulunmadığını idrak edeceklerdir. Dünyanın içinde bulunduğu sıkıntı ve huzursuzluk, çarenin bu olduğunu anlamayı hızlandıracaktır.

 

İSLÂM'IN TEMEL HÜKÜMLERİ - CEMALEDDİN BİN REŞİD رحمة الله عليه


RISALE

ZÄHLER

Heute 1178
Insgesamt 3654886
Am meisten 7043
Durchschnitt 1488