SAVCI VE HAKİMLERE TEBLİĞ MAHİYETİNDE AÇIK MEKTUP

12-09-2017

SAVCI VE HAKİMLERE TEBLİĞ MAHİYETİNDE AÇIK MEKTUP

 

İslâm dini ve adalet:

Ey adalet makamında bulunan savcı ve hâkimler!

Önce İslâm'ın adalet ve hukuk sistemini anlatacak, sonra da mesuliyetinizin ağırlığını sizlere tebliğ edeceğiz ve bu arada, gerekirse, kendimizi ve teşkilâtımızı tanıtacağız.

Malûm olduğu üzere, bir memlekette mal ve can emniyeti, namus ve şeref güvenliği ancak o memlekette adalet cihazının mevcudiyetiyle sağlanır. Üstelik, hakkı ihkak, zulmü ve zalimi ortaya çıkarıp bertaraf etme yine ancak bu müessese ile temin edilir. Bunun içindir ki, tarihi boyunca milletler ve devletler adalet müesseselerini kurmuşlar ve muhakeme cihazlarını çalıştırmışlardır. Rabbimiz bile, uhrevî hayatta, mahşer âleminde adalet terazisini kuracak, herkesin ne mal olduğunu, hayırdan ve şerden neler kazandığını adalet mahkemesinde ortaya koyacaktır. Alim-i mutlak ve adil-i mutlak olan Rabbülâlemin adaletli kararını böyle bir muhakemeden sonra verecektir.

Kur'ân-ı Kerîm'de adalet kelimesi, muhtelif şekillerde 24 yerde geçer. Bunlardan birkaçını burada mealen kaydedelim:

1- "Aranızda adaletle muamele etmekle ben emrolundum!" (Şura/15)

2- "Adaletten sapmamak için heva ve hevesinize uymayınız. Eğer eğip bükerseniz, ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır!" (Nisa/135)

3- "Bir kavme olan kızgınlığınız, sizi adaletten saptırmasın. Adalet edin! Zira bu takvaya en yakın olanıdır ve Allah'tan korkup korunun. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır!" (Maide/8)

4- "İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmedin. (İşte bakınız;) Allah size ne güzel vazediyor. Şüphesiz ki, Allah, her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir." (nisa/58)

Hadis-i şeriflerde de bu kelime çokça geçer. Bunlardan ikisi mealen şöyle:

"Bir saat adaletle hükmetmek, bir sene nafile ibadetten efdaldir."

"Hanımları arasında adaletten sapanlar, bir tarafı eğik olarak mahşere gidecektir."

Kâinatta adalet:

Kâinatın temelinde, hilkatin hamur ve çamurunda, icraatın esasında adalet vardır; beden yapısında ve yaratılışında adalet, emirde ve hükümde adalet, karıkoca arasında adalet, şahitlik ve ıslahda adalet, sözde ve yazıda adalet, fıtrat ve tabiat aleminde adalet ve nihayet dünyada ve ahirette adalet!..

Hep adalet, hep adalet!

Evet; İslâm Dini hep adalet, hep adaletten ibaret! Evet; bu din, hakkı ihkak, adaleti tesis için gelmiştir; Evet, bu dinde Ali'nin hakkı Veli'ye; Veli'nin hakkı Ali'ye verilmemiştir ve verme yoktur. Evet; bu dinde, fakirin fakirliğini nazar-ı itibara alarak, zenginin malına tama' ederek, hükümdarın kamçısından korkarak veya akrabanın yakınlığını düşünerek adaletten sapma yoktur.

Zulüm:

Bilindiği üzere, adalet olmayan yerde zulüm vardır. Zulüm, adaletin tersidir. Çünkü, adalet, bir şeyi layık olduğu yere koymaktan ibaret ise, zulüm de bir şeyi layık olduğu yere koymamak veya layık olmadığı yere koymaktan ibarettir, İslâm'da ifrat ve tefrit yoktur, itidal vardır, itidal adalet olduğu gibi, ifrat ve tefritte birer zulümdür...

Adaleti emir ve tavsiye eden İslâm; zulmü yasaklamış, zulmü nefretle karşılamış, zalimlerden yana olunmamasını, yardım edilmemesini, sevilmemesini, en ufak meyille bile zalimlere meyledilmemesini ve nihayet zulmün ve zalimin nefretle karşılanmasını emir ve tavsiye etmiştir. Zulüm kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de 290 civarında geçmektedir. Bunlardan birkaçı:

1- Öyle bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız zulmedenlere erişmekle kalmaz, (emr-i maruf ve nehy-i münker yapmadığınızdan dolayı) hepinize ulaşır. Bilin ki, Allah'ın azabı çetindir. (Enfal/25)

2- Ne zaman ki, onlar, kendilerine hatırlatılanı unuttular, biz de kötülükten men edenleri kurtardık; zulmedenleri de, yoldan çıkmaları yüzünden çetin bir azab ile yakaladık. (A'raf/165)

3- Sonra zulmedenlere; sürekli azabı tadın denilecek; yalnız kazandığınız şeylerle cezalandırılmıyor musunuz? (Yunus / 52)

4- Ancak inananlar, iyi işler yapanlar, Allah'ı çok analar ve kendilerine zulmedildikten sonra (düşmanlarına) üstün gelmeye çalışanlar böyle değildir. Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılabın uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir. (Şura / 227)

5- Sakın zulmetmiş olanlara en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş çarpar. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra Allah tarafından da size yardım edilmez. (Hud / 113)

Her şeyde adaleti temel kabul eden İslâm Dini, hukukta da adaleti esas almıştır. Hukuku başlıca ikiye  ayırmıştır. Bunlardan biri hukuk-ı ibad (kul hakları), diğeri de hukukullahtır (Allah haklarıdır). Bir başka taksim; hususî hukuk, amme hukukuna genellikle "Hukukullah" demiştir. Yani hukukullah da iki kısımdır. Bir kısmı Allah'a mahsus haklar, diğeri de amme haklarıdır.

İdeal hukuk:

İslâm'ın emir ve tavsiye ettiği hukuk, sistem olarak idealdir. Aile hukuku olsun, ticaret hukuku olsun, işçi-işveren hukuku olsun, devletler hukuku olsun, ceza hukuku olsun, hepsi idealdir, hepsinde adalet vardır, hepsinde terazi dengededir.

Yegâne güzel ve yegâne âdil hukuk:

Yegâne güzel ve yegâne adil hukuk, İslâm hukukudur. İslâm hukuku, kaynağını ne şarktan ne de garbtan almıştır. O, yalnız Allah'ın vahyine dayanan ve ilham ve kaynağını ondan alan, nev-i şahsına münhasır bir hukuk nizamıdır.

İslâm hukuku, kaynağını Allah'tan ve Allah'ın şaşmaz ilim ve adaletinden aldığı içindir ki, yegâne güzel ve adil hukuk olmuştur. Ve yine böyle olduğu içindir ki, insan hayatına, tabiatına, insan mantığına tıpatıp uyan bir hukuktur ve insanın insanca yaşamasının yolu, ancak bu hukuktan geçer. Bu hukuktan mahrum olanlar, hem dünyada hem de ukbada huzursuzluğa ve hüsrana düşerler. Çünkü, hak da adalet de birdir. O da İslâm hukukundadır. Bunun dışındaki hukuk sistemleri, acizlerle dolu olan, ilim ve tecrübe yetersizliğine dayanan, zaman zaman aşırı istek ve ihtiraslarının zebunu olan insan kafasının mahsulüdür. Bu itibarladır ki, Kur'ân, beşeri hukuku, cahiliyet hukuku diye tavsif eder ve der ki:

"Ve şu emri de indirdik: Aralarında Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm ver, onların heva ve heveslerine uyma ve Allah'ın sana indirdiği kanunların bir kısmından seni şaşırtırlar diye kendilerinden sakın! Eğer onlar, hükümleri (Allah kanunlarını) kabulden yüz çevirirlerse, bil ki, Allah, onların bazı günahları sebebiyle başlarına mutlaka bir musibet getirmek diliyor. Her halde bunların çoğu fasıktırlar." (Maide / 49)

Malûm olduğu üzere, Peygambere gelen hukuk hak olan hukuktur. Hakkın dışında batıldan başka ne olabilir? Kur'ân: "Haktan sonra sapıklıktan başka ne var?" demiyor mu? (Yunus / 32)

Maide ayetinden şunlar da anlaşılmaktadır:

1- Müslüman, son derece dikkatli ve uyanık olacak. Yoksa dalalet ehli onu da İslâm kanunlarından uzaklaştırır da batıl ve küfür nizamlarını ona hak diye yutturur ve bu suretle fitneye düşürürler.

2- Allah'ın indirdiği hukuk nizamını kaldırıp da beşeri nizamlara tabi olanlar ve o batıl ve küfür sistemleriyle bir milleti idareye kalkanlar, fasık ve aynı zamanda fitne ve fesat çıkaranlardır ve bu hallerinde ısrar ederlerse, başlarına sadece ahirette değil, dünyada da büyük belalar gelecektir.

İdeâl hukuk:

İdeâl hukuk demek, akıl ve mantığa uyan, vicdanı tatmin eden, sağduyuya hitab ederek adaleti temin eden; fert ve cemiyet, devlet ve vatandaş arasındaki ilişkileri akl-ı selime uygun bir şekilde düzene koyan, aynı zamanda tabii ve pozitif ilimlerle asla çatışmayan, insan tabiatına tam uygun düşen ve nihayet aranan ve arzu edilen bir hukuk demektir.

İşte; böyle bir hukuk nizamını, insanoğlu, ancak İslam'da, İslâm hukukunda bulur. Yani ideal hukuk, İslâm hukukudur. Neden? Çünkü, yukarıda da söylediğimiz gibi, İslâm hukuku, beşer hukukları gibi çeşitli noksanlıklarla dolu olan ve sayısız ihtirasların zebunu bulunan ve muhtelif etki ve tepkilerin tesiri altında kalabilen insan kafasını mahsulü değildir.

Çünkü, İslâm hukuku; her şeyi bilen, her şeyi yaratan, yarattıklarını başı boş bırakmayan, kâinatın her parçasını, zerresine kadar, nizam ve düzene koyan ve aynı zamanda insanoğlunun geleceğini, geçmişini ve hâlini, en ince noktalarına kadar bilen Şanı büyük olan Allah'ın ilmine ve vahyine dayanır; ezelî ve ebedî ilmine dayanır; bizi, bizden daha iyi bilen ve bize bizden daha yakın olan yaratanımızın hikmetine istinad eder...

Her şeyi güzel ve âdil:

Yerleri ve gökleri nasıl güzel bir şekilde yaratmış ise, bitkileri ve hayvanları nasıl güzel bir biçimde vücuda getirmiş ise; bizlere iki el, iki ayak, iki göz, iki kulak, iki dudak vermiş ise; vücudumuzu teşkil eden iç organlarımızı ,dokularımızı ve hücrelerimizi, akıllara hayret verecek şekilde ve bir işbirliği içinde düzene koyup ahenkleştirmiş ise ve nihayet bunların eksiği ve gediği olmayıp, en güzel şekilde, en ideâl biçimde ise, İslâm hukuku da böyledir; eksiği, gediği yoktur, tas-tamamdır. Eşyanın tabiatına, insanın ve insan topluluğunun maddî manevî yapısına tıpatıp uygundur. Ve her yönüyle adalet terazisi dengededir. Siz, kendiliğinizden bir tarafa birşey koyarsınız veya diğer taraftan birşeyi kaldırırsanız, adalet terazinin dengesi bozulur. Çünkü;

İslâm hukuku bir bütündür; her meselesi kendi modeline göre ayarlanmıştır. Şayet siz onu inanç sistemiyle, ibadet sistemiyle, muamelat (dünya ve devlet işleri) sistemiyle ve ceza hukuku sistemiyle alırsanız, o şaşmaz fonksiyonunu icra eder, sizi huzur  ve refaha götürür, bütün meselelerinizi hallü fasleder. Yoksa, en ufak bölümünü ihmal ederseniz, parçaları modeline uymayan fabrika gibi, sendelemeye ve tökezlemeye başlar, istediğiniz randumanı alamazsınız. Hatta bir gün gelir o fabrika durur, siz de iflas edersiniz. İşte; Türkiye'de ve benzeri ülkelerdeki yürekler acısı manzara bunun bir neticesidir.

İslâm hukuku, dünyanın insaflı ilim adamlarının ve hukukçularının takdirlerine de mazhar olmuştur. Sava Paşa, "islâm hukuk nazariyatı" adlı eserinin 34. sayfasında Peygamberimizin, "Ey Nas! Beni dinleyiniz ve sözlerimi zihinlerinize hakkediniz. Size her şeyi Allah'ın emriyle bildirmiş bulunuyorum. Size öyle bir kanun bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldıkça asla dalalete sapmayacaksınız. Size Allah'ın kitabını bırakıyorum." mealindeki hadis-i şerifi kaydettikten sonra diyor ki:

"İslâmiyete hak olan tek bir şey vardır. O da dindir. Din insanın halıkıyla, devletiyle ve kendi neviyle mevcut münasebetlerin hukuk-i esasiyesini muhtevî umumî bir tabirdir. Bu, ister itikatla ister ibadette olsun ve isterse dünya işlerinde olsun."

İsviçreli meşhur hukukçu prof. Rogen İslâm hukuku hakkındaki takdirlerini şu cümlelerle ifade etmektedir:

"İslâm hukuku beni hayrete düşürdü. Meğer bu bir derya imiş! Biraz genç iken bunlara muttali olmayı ne kadar isterdim. O vakit bunları bütün dünya nazarında tecessüm ettirirdim." (Bedayi terc. Av. Seniyyüddin'in önsözü)

Marmaduke Pitkhall de şöyle diyor:

"Halıkın hukukuyla mahlûkatın hukukunu en mükemmel suretle ancak müslümanlık tarif etmiştir."

Ey adalet makamında bulunan savcı ve hakimler!

Yukarıdaki satırlarımızda sizlere hitap etmiş, mesuliyetinizin ağırlığını hatırlatmış, bu arada İslâm hukukunun son derece güzel, tabii ve ideâl bir hukuk nizamı olduğunu anlatmıştık. Aşağıdaki satırlarımızda yine sizlere hak ve hakikati tebliğ ve telkin edeceğiz:

Sizler, bulunduğunuz makam itibariyle adaletin temsilcilerisiniz ya da batılın müdafileri, Ama, sizce hangisi?

Birinci şıkkı kabul ettiğimiz takdirde size diyeceklerimiz var. Şu hâlinizle adaletin temsilcileri olamazsınız ve olmanız da mümkün değildir. Çünkü, adalet bir tanedir. O da İslâmda ve İslâm hukukundadır. Sizler; önünüze gelen davalarda takip ettiğiniz usul ve verdiğiniz karar, İslâm'a göre değildir, İslâm kanunlarına göre değildir; küfür kanunlarına göredir. Davaları ona göre yürütüyor v o kanunlara göre karar veriyorsunuz. O halde sizin verdiğiniz karar ve takip ettiğiniz usul adilane değildir; tersine usul yönünden adaletsizliğin ta kendisidir. Küfrün yaptığı kanunlarda adalet mi olur?!. Ayrıca o kanunlar; malûm olduğu üzere, beşer kafasına dayanır. Beşer kafası ise acizdir, cahildir. Zira; hakları, ne cinsten ve ne miktar tesbit etmek; görevleri ne cinsten ve ne miktar tesbit etmek; keza suçların cezalarını, ne cinsten ve ne miktar tayin ve tesbit; ayrıca infaz şekillerini tayin ve tesbit etmek kolay bir iş midir? Kılı kırk yararcasına son derece ince bir iştir, değil mi? Buna kimin gücü yeter? Namütenahi bir ilme sahip olmak gerek, insanoğlunun ise, ilmi dar ve sınırlıdır. Üstelik; insanoğlu etki ve tepkilerin altındadır, çok defa hissiyatına kapılır, şahsî çıkarlarının kurbanı olur... Bu şartlar altında bulunan bir insan, nasıl olur da adalete esas olan anayasalar vazeder, kanunlar yapar. Buna imkân ve ihtimal var mı? Buna hangi akıl ve ilim erbabı "Evet" diyebilir?

Sizler; hukuk kafasına sahip insanlarsınız. Beşeri hukukla ilahi hukuk arasında bir mukayese yapmak mümkün müdür? Bu neye benzer? "Hele gelin; insanla Allah arasında bir mukayese yapalım da bakalım ki, hangisi daha kuvvetlidir?

Allah mı daha kuvvetli, yoksa insan mı?"

Meseleye şöyle de bakmak mümkündür:

"Allah işe kul arasında ne fark varsa, İslâm hukuku ile beşer hukuku arasında da en azından bir o kadar fark vardır. Biri, Allah'ın şaşmaz ilmine ve sonsuz kudretine dayanırken, öteki insanın yarım yamalak bilgisine, zaman zaman hataya düşen aklına dayanır."

Bundan dolayıdır ki, beşer anayasaları ve bu anayasalara bağlı beşer kanunları ülkeden ülkeye, devirden devire farklılık arzetmektedir; değişmeler, değiştirmeler birbirini kovalar, durur. Bugün yürürlükte olan bir kanun, bakarsınız ki, yarın yürürlülükten kaldırılmıştır, bugün yapılan bir anayasa, bakıyorsunuz ki, on sene sonra kaldırılmıştır.

Türkiye bunun çok açık bir örneğidir; 1924 anayasası, tadilat ve tağyirata uğraya uğraya ayakta duracak hali kalmadı; bir gün geldi, tümü lağvedildi ve yıkılıp gitti. Yeni bir anayasa yapıldı. Oylamadan sonra ilan edildi. İlan edildiği güne de "27 Mayıs anayasa ve hürriyet bayramı" ismi verildi. Ve o gün için, merasimler tertip edildi, şenlikler düzenlendi. Netice ne oldu? Daha üzerinden beş-on sene geçmeden bazı maddeleri değiştir ve değiştirildi. Ve bu suretle yerine oturduğu sanıldı. Ama, bu anayasa ile ancak 1980 senelerine gelinebildi. "Bol geldi" gerekçesiyle tümü kaldırıldı, 1982 anayasası yapıldı ve ilân edildi. Daha mürekkebi kurumadan üzerinde tartışmalar başladı; değişebilir, "Ayet değil ya!" denildi. "Biz iktidara geldiğimizde anayasayı kökünden değiştireceğiz!" diyen şahıslar, particiler oldu.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, yapılan bu anayasa da hâlen yerine oturmamıştır, istikrar kazanamamıştır. Kazanamaz da. Belki de kısa bir müddet sonra "Dar geldi!" gerekçesiyle lağvedilecek, yerine bir başkası yapılacaktır. Bunları, hukuk kafasına sahip olan sizler, pekâlâ biliyorsunuz. Ama, bu millete yazık değil mi? Anayasalar ve kanunlar birer yaz-boz tahtasına dönsün, millet de deneme tahtası olsun... Bu, bir zulüm değil midir? Bir memlekette kanun istikrarsızlığı olursa,  o memlekette istikrar olur mu? Ve o memlekete itibar ve itimal edilir mi? O memlekette vatandaşlar güven içinde yaşabilirler mi? O memlekette kanun hâkimiyetinden söz edilebilir mi? Elbette edilemez; Hukuk darboğazlara girer, kanun anarşisi meydana gelir ve her kafadan bir ses gelir. Kimi "Dar geldi!" der, idareyi alaşağı eder, mevcudu lağveder ve kendini haklı çıkarmak üzere düzenleme yapar. Bir başkası da "Bol geldi!" diye hükümet darbesi yapar, mevcut anayasayı kaldırır ve kendisini haklı çıkaracak mahiyette anayasalar ve kanunlar yapar.

Nedir bu hâl? Nedir bu kanun kargaşalığı ve nedir bu indir-bindirler? Elli-altmış senedir, hep böyle sürüp gider! Millet de şaşırdı kaldı! Hukuk bir türlü yerine oturamadı, kanunî mevzuat bir türlü dikiş tutmadı. Oturamaz da, dikiş tutmaz da. Neden? Çünkü "Kaş yapıyorum derken göz çıkarma oluyor!" da ondan! Bir ayette beyan edildiğine göre, bir memlekette iş, umur ehliyetsizlere teslim edilirse, o memlekette kıyamet kopar!..

Bütün bunlar gösteriyor ki, insanoğlu kanun yapamaz. Buna gücü yetmez, tecrübesi de kâfi gelmez. Esasen, o salahiyet ona verilmemiştir. Hakimiyet hakkı onun değildir; hakimiyet kayıtsız ve şartsız yaratıkların değil, yaratanındır ve O'na mahsustur. O'nun hakkıdır, Yaratan da hakimiyet hakkını kullanmıştır; peygamberleri vasıtasıyla kitap indirmiş, her mevuzyla alâkalı hukuk sistemi, kanun nizamı indirmiş ve bildirmiştir. Onlara uyulmasını da emretmiş ve farz kılmıştır. Uymayanları cezalandırmış; onları fasık, zalim ve kâfir diye suçlamıştır. Hatta; kendine mahsus olan bu hakimiyet hakkını, kendilerinde görenleri ilâhî hakka tecavüz addetmiş ve bu mütecavizleri müşrik saymış, put ve putçu ilan etmiştir. Ve böylece kanun yapanları da yaptıranları da korkunç cezalara mahkûm etmiştir.

Hakimiyet:

Bu arada hakimiyetin ne olduğu hakkında da bir nebze duralım: Hakimiyetin manasını çok iyi bilmek lazımdır. Hakimiyet demek, en yüksek makam demektir, en yüksek salahiyet demektir; Fransızca tabiriyle, en yüksek otorite demektir. Ve nihayet en yüksek söz sahibi demektir.. Öyle ki, ondan daha yüksek yok; o ne derse öyle olur ve öyledir; onun sözü kanundur. Ondan kimse hesap soramaz. "Niye böyle yaptın?" diyemez. O, Kur'ân tabiriyle "La yüs'el"dir.

Şimdi elimizi vicdanımıza koyup düşünelim: Böyle bir hâl, böyle bir vasıf, böyle bir hak ve böyle bir salahiyet kimde vardır? Herhangi bir insanda veya herhangi bir millette var mıdır? Buna hangi akıl "Evet!" diyebilir? Hele hele sizin gibi hukuk tahsili yapmış kimseler bunu nasıl kabul eder? Bugün söylediğinin tersini yarın söyleyen, bugün yaptığını yarın düzelten, "Bugün artık sağlam yaptım!" demesine rağmen, yarım hatalı olduğu ortaya çıkan bir insanda veya böyle insanlardan meydana gelen millette "Hakimiyet" vardır; hem de "Kayıtsız şartsız" vardır, nasıl diyebilir? Buna imkân ve ihtimal var mı? Hakimiyet millette olursa, ya mahkûmiyet kimde olacak? Millette hem hakimiyet hem mahkûmiyet olur mu? Va mı bunun mantığı?

"İslâm anayasası" isimli kitabımızda bu mesele üzerinde enine ve boyuna durulmuş, açık, net ve müdellel bir şekilde vüzuha kavuşturulmuştur. Önemine binaen meseleye bir e şu yönden yaklaşalım:

kâinat ve ahenk:

Ortada canlı-cansız bir kainat var, kainatı ayakta tutan bir kanın var, bir nizam var. En büyük küresinden tutun da en küçük zerresine; gözle görülmeyecek kadar küçük olan atomuna kadar her şeyde bir ahenk var, bir düzen var. Hem kendi içinde bir ahenk hem de çevresiyle bir ahenk. Çok uzağa gitmeyelim; hayvanlarla bitkiler gaz-alışverişine bakalım: Bir taraftan teneffüs yoluyla oksijen alışı, bir taraftan da karbondioksit verişi. Ne acayip şey! Ne harika düzenleme! Ne isabetli kanun! Bir de aksini düşünün, yokluğunu düşünün! Ne olurdu? Kısa zamanda iki tarafın da kıyameti kopar, yok olur giderlerdi.

İki misal:

Kalbin çalışmasını bir düşünün! Bir motor, bir pompa mesabesinde olan bir yürek, bir et parçası, yapacağı çok büyük fonskiyona göre kulakçık ve karıncığını, atar ve toplar damarlarını; kirlenen kanın yıkama havuzlarını nasıl hazırlamış? Hareketi nasıl sürdürüyor ve bu suretle beden yapımızı meydana getiren ve çeşitli hizmetler ifa eden hüceratın yeme ve içmesini sağlıyor; artıkları, adeta çöp arabaları vasıtasıyla kalbe getiriyor ev temizleme havuzlarından ibaret olan akciğere pompalıyor ve ondan sonra da artık diyebileceğimiz zehirli maddeleri, tabir caizse, gübre olarak nebatata takdim ediyor ve buna karşılık oksijeni alıyor ve bu vesile ile hayatımızı devr-i daim şeklinde sürdüyor...

Bir başka açıdan da meseleye yaklaşabilirsiniz. Kâinatın bu bölümündeki ilâhî kanun öyle ayarlanmış ki, insan da dahil, hayvanlar ne yapıyor? Aldıkları gıda maddelerini birtakım kimyevî değişikliklere uğratarak gübre yapıyor; bitkiler ise, toprağa atılan bu gübreyi bitkiler âlemine takdim ediyor; bitkiler de onları hububat, sebze ve meyve olarak sizlere iade ediyor. Ve bu alış-veriş de böylece sürüp gidiyor, kimse de itiraz etmiyor ve demiyor; yanlışını, hatasını bulup bu ilâhî kanunları tâdilât ve tağyirata yeltenmiyor. Bunlar karşısında sadece hayranlığını ifade ediyor, işte o kadar!..

Sindirim sistemi:

Lokmayı ağzınızda biraz ufaladıktan sonra, mideye indirirsiniz. Siz işinize gider, sohbetlere dalar veya yatar uyursunuz. Midemizden itibaren cihazlar çalışmaya başlar. Mide, özsularıyla hareket halinde karaciğer safra kesesiyle hareket halinde, oniki parmak bağırsak, ince bağırsak ve milyonlarca tümör, hep hareket halinde, bütün bu olup bitenler neticesinde aldığınız lokma, çeşitli hadde ve raddelerden geçerken, işe yarayanlar alınır, alınan bu yararlılar yine birtakım fabrika ve tezgâhlardan geçe geçe göz yuvarlağını nemli ve berrak tutmak için kulak kiri, burun içini nemli tutmak için sümük, ağız içini nemli ve sıvılı tutmak için tükürük bezleri ve daha nice bezler ve bunların mâmulatı olan, hayatı önemi haiz sıvılar, karaciğerde şeker ayarlaması yapan depolar ve daha neler neler!..

Ve diğerleri:

Sinir sistemine girersek, hele beyin alemine dalarsak, işin içerisinden ne siz çıkabilirsiniz ne biz!.. Onlar; o sistemler ve o cihazlar çalışadursun, biz sohbetimize devam edelim:

Nedir bunlar? Nedir bu ahenk, bu nizam ve bu düzen? Bunlar; birer harika, birer mucize değil de ya nedir? Var mı bunlarda veya bunlar arasında bir nisbetsizlik, bir düzensizlik! Göremezsiniz; bulamazsınız! İsterseniz, bir deneyin! Bir daha deneyin, yanlışı bulacağım diye, bir tâdilat, bir değiştirme, bir ilave veya bir eksiltme yapacağım diye deneyin, tekrar tekrar deneyin!Bulamazsınız, bulamayacaksınız!.. Bütün emekleriniz boşa çıkar da yine de bulamazsınız! İşte Kur'ân meydan okuyarak hitabediyor; ayıp ve kusur bulmaya çağırıyor ve diyor ki:

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla!

1- Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim) elinde bulunan yüce Allah, mübarektir. O, her şeye kâdirdir.

2- O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.

3- O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka tabak yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir ayrılık, bir uygunsuzluk (bir düzensizlik) göremezsin. Gözünü döndür de bir bak, bir bozukluk görüyor musun?

4- Sonra gözünü iki kez daha döndür, bak göz aradığı bozukluğu bulamazda hor, hakir ve bitkin (bir bozukluk görmekten) ümidini kesmiş bir hâlde sana döner.

5- Andolsun ki, dünyaya en yakın göğü lambalarla donattık ve onları şeytanlar için taşlamalar yaptık. Ve onar için alevli ateş azabını hazırladık!

6- Rabbini inkâr edenler için cehennem azabı vardır. Ne kötü gidilecek yerdir o!..

7- Oraya atıldıkları zaman onun öfkeli homurtusunu işitirler, kaynıyor.

8- Az daha öfkeden çatlayacak. Her topluluk onun içine atıldıkça onun bekçileri, onlara sordu: Size bir uyarıcı gelmedi mi?

9- Dediler ki: Evet bize uyarıcı geldi ama, biz yalanladık ve Allah hiçbir şey (şeriat falan) indirmedi. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik.

10- Ve dediler ki, eğer biz, (onların sözlerini) dinleseydik, yahut düşünüp anlasaydık, şu cılgın atelin halkı arasında bulunmazdık.

11- Günahlarını itiraf ettiler. Bırak o çılgın ateş halkı (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun!

12- Fakat görmeden Rabblerinden korkanlar var ya, işte onlar için bağışlama ve büyük mükâfat vardır! (Mülk Suresi)

İşte; Mülk Suresi'nin baş tarafında sıralanan ayetlerin meallerini okudunuz. Bu ayet-i celileler; bri taraftan mevzuyla alâkalı hususlarda meydan okurken, diğer taraftan da inkârcılar, uyarıcıları tanımayanlar ve şeriatı kabul etmeyenler için korkunç ve tüyler ürpertici cehennemi ve cehennem azabını gözler önüne sermekte be sergilemektedir.

Ey savcı ve hâkimler!

Sizler; hakkı ihkak, adaleti tesis etme görevini üzerine almış ve bunun ağır mesuliyetini yüklenmiş bulunuyorsunuz. Düşünün! Bir daha düşünün! Tekrar tekrar düşünün! Allah tarafından konan ve fakat materyalistler tarafından "Tabiat kanunları" diye adlandırılan kâinat kanunlarında bir ahenksizlik, bir isabetsizlik, bir adaletsizlik bulamadınız, bulamazsınız ve bulamayacaksınız. Bulmanıza imkân ve ihtimal yoktur. Bütün bunlara rağmen, bunları kendi kafanıza uyarak değiştirmeye kalkışırsanız ne olur? Sizi teper, sizi ezer, geçer; fayda getirecekleri yerde zarar getirirler; hatta sizin hayatınıza mal olur...

İşte; atım denemeleri, atım bombaları ve bu bombaların yaptığı korkunç tahribat, müthiş âkıbet! Nedir bunlar, biliyor musunuz? Atomun bünyesindeki ahenk ve düzeni, kanun ve nizamı bozmanın ve ilâhî kanuna el sürmenin neticesi olarak yaptığı bir isyandır, bir reaksiyon ve bir tepkidir. Yani atom, lisân-ı hâl ile diyor ki, "Ey insanoğlu! Benim ahengime ve benimle alâkalı kanuna dokunmayın! Benim Rabbimin benim için koyduğu düzeni bozmaya ve değiştirmeye kalkmayın, bana el sürmeyin ki, ben sizin emrinizde ve hizmetinizde olmaya devam edeyim!.. Yoksa; kıyameti koparır, dünyayı başınıza yıkarım! Yerinizi ve yurdunuzu cehennem haline getiririm. Topraklarınızda ot bile bitmez!"

Teklifi kanunlar:

İşte: Kâinattaki ilâhî ve tekvinî kanunları değiştirmeye kalkışmak, nasıl dünyayı cehennemî bir uçurum hâline getiriyorsa, teklifî kanunları, yani insanlar arasındaki hak ve hukuk tayin ve tesbit eden ilâhî ve şer'î kanunları değiştirmek de böyledir. Onların da eksiği ve gediği yoktur, yanlış ve hatası yoktur, eksiği ve noksanı yoktur. Ferdî, ailevî, içtimaî, siyasî ve saire hayatınızın tam bir ahenk ve düzen içerisinde yürümesi için gelmiştir. Madde ve mananıza tıpatıp uygundur; eksiği ve fazlası yoktur, adaletin tâ kendisidir. Maide Suresi'nin 50. âyeti, bu hakikati ortaya koymaktadır:

"Yoksa cahiliyye hükmünü mü (kanunlarını mı) arıyorlar? Allah'tan daha güzel kanun koyan kim olabilir? İyice bilen bir kavim için (bu, böyledir.)

O halde, size düşen, sadece Kur'ân kanunlarına ve Kur'ân'ın getirdiği şeriat kanunlarına uymaktır; ona göre dâvalara bakmak, ona göre anlaşmazlıkları halli fasletmek ve ona göre karar vermektir. Size düşen de ve yakışan da budur. Dünyada da rahat edersiniz âhirette de...

Şayet; Kurân kanunlarını kaldırmaya veya tâdil etmeye kalkışırsanız veya kaldıranlardan yana olursanız, içtimaî hayat sizi teper, size isyan eder, ülkenizi anarşi yuvasına çevirir, dünyada da ukbada da size cehennemî bir hayat yaşatır, dünyada zelil, ahirette rezil olursunuz. Kur'ân şöyle der:

"Ama kim, benim zikrimden (benim şeriatımdan) yüz çevirirse, onun için de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak haşreder (mahşer yerine getiririz). Rabbim! der, beni niçin kör haşrettin? Oysa ben görür idim!

(Allah) buyurur ki: İşte böyle. Sana da bizim ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun (terk ettin...) Bugün de sen öyle unutulursun. İşte israf edenleri ve Rabbinin ayetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız. Elbette ahiretin azabı daha çetin ve daha süreklidir" (Taha / 124-127)

İşte makamızın, işte âkıbetiniz! Aklınızı başınıza alın, sizi ve bütün kâinatı yaratanın koyduğu kanunlara karşı değil, put kanunlarına karşı baş kaldırın, kıyam edin! Puttan yana değil, Allah'tan yana olun! Allah'tan yana olun ki, Allah da sizden yana olsun!..

Ey ağır mes'uliyet taşıyan savcı ve hâkimler!

Ahirette ilk önce hesaba çekilecek dört sınıf insan vardır, bunlardan biri de sizlersiniz. Buna göre; söz, fiil ve hareketlerinizi ayarlayın ve buna göre kanunlarınızı seçin ve ona göre kararlarınızı verin!..

Geçen satırlarda da sizlere hitap etmiş ve gereken tebligatı yapmış idik. Bu sayı ile beraber olmayı bitirmiş olacağız. Yazının bir yerinde şöyle demiştik:

Sizler ya adaletin temsilcileri ya da batılın müdafiilerisiniz. Geçen satırlarda birinci şıkkı kabul ederek, söylenmesi gerekeni söylemiştik. Şimdi ikinci şıkka geliyor ve diyoruz ki, sizler batılın müdafileri olduğunuz takdirde yine sizlere söyleyecek çok sözümüz vardır:

Batıl:

Batıl; bilindiği üzere, hakkın ters ve hakkın zıddı demektir. Hal; yine bilindiği gibi, var olan, doğru olan, vakıa mutabık olan, aslına ve esasına uygun olan, manalara gelir. Batıl da doğru olmayan, aslına ve esasına uygun olmayan, hakikate uymayan, yalan olan gibi manalardan ibarettir. her sıfatıyla sabit ve vakıa mutabık olduğundan Rabbimizin bir ismi de "Hak"tır. Yalancılığı ile meşhur olduğundan ve yalancıların başında geldiğinden şeytana batıl ismi de verilmiştir.

Sebepler:

Sizleri haktan uzaklaştırıp batıla iten ve batılın müdafileri dereksine düşüren sebep şunlardan biri veya birkaçı olabilir:

1- İslâm dininin de devletle alâkası yoktur

2- İslâm dinini devletle alâkalı olarak getirdiği hükümler de asra uymaz.

3- Şeriatın bazı hükümleri muvakkattır.

4- Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir.

5- İslâm hukuku islâm mücahidlerinin görüşlerinden ibarettir.

Şimdi bunları bir bir tahlil edelim:

Garib iddialar:

Bu iddiaların ortak bir noktası vardır, o da İslâm'ı kendi kaynaklarından bilmemektir. Ya hiç bilmemek, ya yarım bilmek ya da yanlış bilmektir. İşte çekilen sıkıntılar bunlardan kaynaklanmaktadır. Şu bir gerçek ki:

İslâm âleminin her yerinde kültürlü kitlenin kâhir ekseriyetini teşkil edenler, maalesef Batı kültürüyle yetişenlerdir. Bunlar; umumiyetle hâkim, mühendis, doktor, avukat, edebiyatçı, maarifçi, siyasetçi gibi yüksek tahsil yapmış kimselerdir. Fakat üzüntü ile kaydetmek lazımdır ki, bunlardan çoğunun İslâm dini hakkındaki bilgileri yok denecek kadar azdır. İslâm kültürünü bilmezler. Bildikleri sadece ortada dolaşan laflardır, hep kulaktan dolan şeylerdir.

Batı kültürüyle yetişen bu okumuşların çok garip, garip olduğu kadar da gülünç iddiaları vardır. Her söz gelişinde bu teranelerinin tekrar eder dururlar. İşte, iddialarının bir kısmına yukarıda işaret ettik:

Birinci iddiaları:

İslâm'ın devletle alâkası yokmuş!

Batı kültürünün tesiri altında kalan bu yarı aydınların iddialarına göre, İslâm da bir dinmiş. Din ise, Allah ile kul arasındaki bir şey olup devletle, devlet işleri ile hiçbir alâkası yokmuş.

Şimdi onlara demek lazım ki,İslam'ın ana kaynağı Kur'an-ı Kerimdir. Binaenaleyh, dini bir mevzuda verilecek hükümlerin Kuran'da bulunması gerekir.Sizin şu iddianızı  ispat edecek Kur'an'da veya hadiste her hangi bir deliliniz varmıdır? Varsa, lütfen söyler misiniz?..Adamlar; ya dilleri tutulmuşcasına susacaklar ya da bir yığın saçmalıkları söyleyip duracaklardır.

Kur'an'ın bir çok ayetlerinden açıkça anlaşılmaktadır ki, İslam Dini birtakım fiil ve hareketleri yasaklamış ve birtakım suçlar için cezalar koymuş ve bu cezaların yerine getirilmelerini de emretmiştir, farz kılmıştır. Yasak koymak, emir vermek, ceza koymak, tatbikatını yapmak ancak devletin yapabileceği işlerdendir.

Fert; bunları yapabilir mi?Bunları yapabilmeye gücü yeter mi?Ve bunlarda bir vicdan işimidir?Veya sadece Allah ile kul arasında bir şey midir? Bunlara kimse ''Evet'' diyemez.O halde ancak bunları devlet yapabilir, devlet yapacaktır.Öyle ise, İslam'da devlet vardır ve İslam Dininde Devletin olması zaruridir. Müslümanların devleti yoksa mutlaka devlet kuracaklardır.Hem de İslam nizamına göre, İslam anayasasına göre İslam'ın emir ve yasaklarını yürüteceklerdir...Ve her müslüman bundan mes'uldür.

O halde Batı kültürüyle yetişen ve'' İslam'da devlet yoktur''diyenlerin bu iddiası İslam'ın ruhuna da metnine de tamamen aykırıdır. Yanlıştır, İslam'a şeni bir iftiradır.

İkinci bir iddia da Şer'i hükümler asra uymaz:

Batı kültürüyle yetişenlerin ikinci bir iddiaları da ''İslam Dini bu asra uymaz, onun devri geçmiştir. Yirminci asra geldik. Artık doğmalarla devlet idare edilmez...''gibi sözlerdir.Fakat bunlar bu iddialarını ispat edecek hiçbir delil gösteremezler ,gösterememişlerdir; söyledikleri hep peşin hükümlerdir, cahilce ve gülünç bir iddiadır.

Sistemleri cemiyetlere uygunluğu, o sistemlerin istinadettiği prensiplerin sıhhatli olup olmamasına bağlıdır. Bu noktadan hareket etmiş olursak;İslam'ın prensiplerinden günün icaplarına uymayan birisini bulmak mümkün değildir. Eğer böyleleri, İslam'ın prensiplerini tetkik etmiş olsalardı, iddialarının ne kadar cahilce olduğunu anlayacaklardı.

Dün, bugün ve yarın bütün cemiyetlerin ve her akl-ı selimin aradığı ve arayacağı ,önemle üzerinde durduğu ve diğer prensiplere temel teşkil ettiği üç prensip vardır.Bunlar;hürriyrt, adalet, müsavat.

İslam dini; hürriyetin de adaletin de müsavatın da en mükemmelini getirmiş, beşeriyet alemine takdim etmiştir.

Bir başka iddia da şeriatın bazı hükümleri muvakkatmış!

Batıyı, körü körüne taklit eden bazı münevverlerden bazıları da şu iddiayı ileri sürerler:''İslam hukuku, haddi zatında bu asra uyan bir nizamdır. Ancak, hükümlerinin bir kısmı değiştirilebilir..''derler. Fakat iddialarını ispat etmeleri için delil istediğimiz zaman, hiç bir delil gösteremezler. Asılsız, astarsız şeyleri savunur, dururlar.

Her halde bu efendiler, İslam'ı sistemleri beşeri sistemlere kıyas ediyorlar. Beşeri sistemlerde tebdil, tağyir, ilğa olabileceği gibi, ilahi sistemlerde de bunları yapmak mümkündür,diyorlar ve aradaki farkı görmekten aciz olduklarını da ortaya koymuş oluyorlar.

Bir de bu arada Mecellenin 39. maddesine yapışırlar.

Evet; ''Zamanın değişmesiyle ahkamın değişmesi inkar edilemez!'' maddesi Mecellede vardır. Ama hangi meselelerde vardır. İşte burasını çok iyi bilmek lazım. Bu hususu Merhum Ömer Nasuhi Bilmen Efendinin 'Hukuki İslamiyye ve Islahati Fıkhıyye kamusundan'' sadeleştirerek alıyoruz:

Yani, nass (ayet ve hadis) sabit olmayan ve genel kaidelerde bulunmayan, birkısım cüz'i hükümler, zamanın değişmesiyle değişebilir. Yoksa kat'i naslarla, yani ayet ve hadislerle sabit olan meselelerde zaman tesir etmez.''

Mesela: Vaktiyle salah ehli çok olduğundan, şahitlerin tezkiyelerine lüzum görülmezdi. Bilahare insanların iyi halleri değişmekle şahitlerin sıren ve alenen tezkiye edilmelerine gerek hasıl olmuştur.

Eğer bu beyler, zahmet edip, İslam hukukunu tetkik etmiş olsalardı, böyle gülünç, gülünç olduğu kadar da komik iddialarda bulunmazlardı. Şunu her Müslüman kesin olarak bilecek ve inanacak ki, İslam'ın hükümleri muvakkat olmayıp ebedidir. Kıyamete kadar bakidir.

Dördüncü bir iddiaları da İslam'ın bazı hükümlerini tatbik etmek imkansızdır:

Bu iddiayı yapanlar, bir öncekilerin aksine ''İslam'ın hükümleri muvakkat değildir.

Böyle bir iddia İslam'ın esaslarına aykırı olduğu gibi, aklen ve mantıken ispat etmekte imkansızdır.

Bu beylerin bir iddiaları daha var ki, o da İslam hukuku ve şeriat kanunları müctehitlerin eseri imiş!..

Evet; Avrupa kültürüyle yetişenlerin bir kısmı diyorlar ki, İslam hukuku, Allah ve Peygamberin koyduğu kanunlar değil, İslam hukukçularının eseri ve onların görüşleridir.

Bu iddiada fahiş bir hatadır ve iftiradır. Cehalet insana neler söyletir ve ne gaflar yaptırır'..

Evet; İslam müctehitleri ve hukukçuları birer dahidir. Bu hususu Batının fikir adamları da kabul etmektedirler. Bu muhterem zevat bir hukuk sistemi tedvin etmişlerdir. Sağlam temeller atmışlar, değişmez prensipler tesis etmişler, umumi kaideler vazetmişlerdir. Ve bu suretle her meseleyi halletmişler, her problemi çözmüşler ve olmuş olacak, olması muhtemel her hadiseyi hükme bağlamışlardır...

Ama, bütün bunları yaparken, kendilerinden bir şey söylememişlerdir; Kur'an ve sünnete dayanmışlar; uzun ve yorucu mesailer sarf ederek ve kılı kırk yararcasına ayet ve hadislerle tetkik etmişlerdi; bunların ibare ve işaretlerinden, dalalet ve iktizalarından hükümler, prensipler ve kaideler istihrac ve istinbat etmişler, değil ki, yirminci asrın, kıyamete kadar gelecek asırların ilim adamlarını bile hayran bırakmışlar ve bırakacaklardır. Elhasıl; takdir ve tebcile layık bu zevatın yaptığı, Kur'an ve sünnete mevcut olan hüküm, kanun ve kaideleri çıkarmak, ilim erbabının anlayacağı tarzda şerh ve izah etmektir.

Binaenaleyh, İslam hukuku, batıcı ve batıl kafalı yarım aydınların zannettikleri gibi, ulema ve fukahanın fikir ve görüşleri değil, doğrudan doğruya Allah'ın kelamına ve peygamberinin  beyanına dayanan, nev-i şahsına  münahasır bir hukuk nizamıdır.

Ve netice:

Ey savcı ve hakim makamında bulunanlar!

Gördüğünüz gibi, İslam Dininin devleti de vardır, siyaseti de vardır. Onda ne zaman tesir eder ne de mekan! Eskimez ve pörsümez. İnsanlığın hayatına tıpatıp uygundur, eksiği ve gediği yoktur; tas tamamdır. İslam şeriatının dışındaki  bütün sistem ve nizamlar birer batıla, taguta karşı çıkmak ve haktan yana olmaktır. Put ve put rejiminden ibaret olan kemalizmi red ve inkar etmektir...

Türkiye'de 50-60 seneden beri Kur'an anayasa, şeriat kanun olmaktan kaldırılmış, memleket put ve put kanunlarıyla idare edilmiştir. İşte memlekette bir şirk rejimi hüküm sürmektedir. Sizler de bir şirk rejiminin bekçiliğini yapmaktasınız. Müslüman bir millet hakkında küfür ve kafir kanunlarıyla nasıl hükmedebilirsiniz?!. Hele hele Kur'an anayasa, şeriat kanun, devlet İslam olup dini hayata hakim olmasını isteyen bir Müslüman'a siz  nasıl ceza verirsiniz ve bu, onun pek tabii hakkı değil midir? Siz aslında Kur'an'ı ve onun sahibi Allahü Azimmüşşanı mahkum etmiş oluyorsunuz! Acaba, bunun farkında mısınız?!. Bir taraftan: ''Biz Müslüman'ız!..'' deyin, diğer taraftan da ''Devlet İslam olsun..'' diyenleri, takdir, tebrik etme yerine zindanlara atın!.. Öyle mi?!. Böyle bir Müslümanlık ve böyle bir mantık yoktur.

Allah'tan korkun, Allah'tan

Tağuti bir rejimin bekçiliğini yapmak size yakışır mı?!. Ezeli ve ebedi olan Allah'ı bırakacaksınız da bir faniden ibaret olan Mustafa Kemal'in arkasından gideceksiniz?! Bunun hesabını nasıl vereceksiniz? Ölüm var, ölüm!.. O hübel de kendini kurtaramaz! Kur'an'ın beyanına göre, o size, siz de ona düşman olup birbirinize lanet okuyacaksınız!..

Her hüküm vermede en azından bir zulüm ve bir de fisk işliyorsunuz. Bunun hesabını da unutmayın! Hele hele Kemalist kanunları  seve seve hüküm verirseniz, sizde ne din kalır ne de nihak!..

İşte; bütün bunları size tebliğ ediyor ve diyoruz ki, bu tebliğatımız doğrudur; Kur'an'ın ruhuna da metnine de uygundur. Şayet, sizin bir tereddüdünüz varsa, Hayır! Bunlar İslam da yoktur; siz uyduruyorsunuz..'' diyorsanız, işte meydan: Buyurun; alın kalemi elinize cevap yazın! Diyanetin tepesindeki zihniyeti de yardıma çağırın! Onlar da size yardımcı olsunlar; yazın ve naşredin!.. Bunu yapmaya hakkınız vardır!.. Fakat, medeni bir insana, hele bir hukuçuya asla yakışmaz. Ve bu, aynı zamanda acizliğin ve haksızlığın ifadesi ve ispatı olur.

Tebliğ bizden, tevfik ve hidayet Rabbimizdendir.

 

TEBLİĞ MAHİYETİNDE AÇIK MEKTUPLAR - CEMALEDDİN BİN REŞİD  رحمة الله عليه


RISALE

ZÄHLER

Heute 592
Insgesamt 3679725
Am meisten 7043
Durchschnitt 1493